“Ölümle aramıza bir mesafe koyarız. Avunuruz, elden
geldiğince. Ama gün gelir, aniden bir ölüm haberi alırız. Ve düşer yolu insanın
yeniden mezarlıklara... Giden gitmiştir, sen kalacaksındır sadece bir süre
daha.”
Ölüm aslında çok yakındır… Bir NEFES, bir kalp ağrısı kadar…
Yaşamla arasındaki çizgi çok incedir… O kadar ki; bazen hiç anlamadan geçiverir
insan o asla bilemediği, asla göremediği ama hep ayağının ucunda taşıdığı
incecik çizgiyi… Bitmek bilmez sandığımız ömürlerin bir gün bitiverdiğini
çaresizce izleriz.
“Ölüm ve zaman daima bir yardımlaşma içindedir. Zaman
yavaştan alırken, ölüm çarçabuk bitirir işini” der John Berger...
Hayatın ele avuca sığmadığını, ölüm karşısında ne kadar aciz
olduğumuzu bilir de, yine de direniriz. -Ve her defasında da kaybederiz. O gün
bir kez daha anlarız faniliğimizi…
Biliyor musunuz ölüm, ölmeden de insandan pek çok şey alıp
götürür. Bir sevdiğiniz, dostunuz öldüğünde sizden de bir parça ölür, bir
şekilde eksildiğinizi hissedersiniz…
Bir daha geri dönmeyecek olanların anıları ve özlemleri hep
sızlatır kalbinizi.
Vefatına inanmakta güçlük çektiğim arkadaşım bir güzel insan
“İki Aşk Arasında Bir Ülkücü” Temel
Kahveci…
“Hayatım roman”
derdi. “İki aşk arasında bir ülkücü” romanını yazdı… Kitabının imza törenleri
için şehir şehir dolaşırken bunun bir veda gezisi olduğunu nerden bilebilirdi.
Temel Kahveci için yazılacak o kadar çok şey var ki, vefası,
duruşu, dostluğu, bonkörlüğü, acılarını sindirerek olgunlaştırdığı yüreği…
Ülküsüne bağlılığı, mahpushane yıllarını anlatırken gösterdiği özeni… Satır
satır altını çizerek okuduğu kitapları, Nietzsche hayranlığı… Ve en çok takdir
ettiğim yanı ise, ülkü devi tanımına yakışan bir mütevazılığa sahip olması.
Uğruna gençliğini feda ettiği ülküsünden, yaşadığı acılarından ve mahpushane
yıllarından hiç şikâyetçi olmaması, o günlere suçlu aramaması.
Muhabbetiyle, düşünceleriyle dokunduğu herkese bir anı, bir
iz bıraktı...
Sevgili Kutalmış Mustafa Başoğlu Temel Kahveci’nin
bizlerdeki yerini ve izini o kadar güzel ifade etmiş ki,
“Yaşadığı müddetçe üç şeyin izi silinmedi bünyesinden; Türk
milletine duyduğu derin aşk, lisenin ilk yıllarında başlayan ve yaşadığı
müddetçe her nefesinde ve hücrelerinin en derinine nüfuz etmiş vuslata ermemiş
sevgisi ve sorgularda zindanlarda derin işkence izleri…
Onlar
sordukça, suçladıkça o sustu…’Öt’medi, satmadı !..
Boyun
damarlarını patlatırcasına ‘dava’ naraları atan ‘kahramanları’ acı tebessümle
susarak uzaktan izledi… Müebbetlerini, idamlarını mütebessim bir yüzle
karşıladı…
Keskin zekâsı
ve okuma aşkı pek çoğumuzdan önce aydınlanmasına, dünyaya, insana, siyasete
dair kendine has cesur değerlendirmelerin sahibi olmasına neden oldu. Tanrının
nizamının bilinçli bir mümini… O’ndan başkasına asla boyun eğmedi… Ve bütün
putları ya tekmeledi ya yüzüne tükürdü… Korkuyu çoktan öldürmüştü…ucuz
tehditleri hep ‘burdayım’ la karşıladı… Türk milliyetçilerinin
‘dağıtılmışlığına’ yerinde ve şuurlu değerlendirmelerin sahibi oldu… Atsız
gibi.
Sığmadı
Trabzon’a… kendine de.
Çok güzeldi
sesi. Orhan Gencebay severdi ve ondan söylerdi içli içli… Sevdasına.
Annesi.
Rahmetli Memnune teyze. O mahpushanedeyken ‘Temeliim’ der ağlardı. O nerde?
teyzem onun peşinde. Kavuştu Temeline, o da anasına, Atsız atasına…
Ona dost, ona sırdaş olmanın onuru da bize kaldı…
Uğurlar olsun sana…”
Güzel insan dün seni,
yağmur altında son yolculuğuna uğurlayan yüzlerce dostların vardı… Yine
ülkücüleri yan yana getirmeyi ve birleştirmeyi başarmıştın… Hepimiz seni çok
özleyeceğiz. Rahmetle.