Oldukça yorucu geçen birkaç haftanın ardından, nihayet
ilk kez tek derdimizin hafta sonunda ne yapacağımıza dair kafa patlatmak olduğu
zamanlara gelmiştik. ABD’nin güneydoğu kısmının, özellikle Meksika Körfezinin
tüm buharını içine çektiği dönemlerde, bizim “sıcaktan bunaltma” algımızı
kökten değiştirecek kadar belalı olduğu dönemler vardı ve o dönemlerden
birindeydik. Nefes almak için hiç alakamızın olmadığı klimalı binaların içine daldığımız
oluyordu. Bu yüzden hafta sonu daha da güneye gitme fikrini elemiştik. Bir
arkadaşım yarım saatlik bir mesafedeki komşu şehirde bir aile tarafından
işletilen bir kedi balığı restoranından bahsetti. Kedi balığının nasıl da nefis
olduğunu anlatıp durdu. Ancak koca hafta sonunu nihayetinde bir balığa
bağlamaya gerek yoktu. Kuzeye, nispeten serin bir yere kampa gitmeye karar
verdik. Hafta içi bir boşluk bulunca da kedi balığı yemeye gidecektik.
Güzel bir hafta sonunun ardından okula döndük. Salı akşamı
kedi balığı ziyafeti için harika görünüyordu. Arabaya atladık ve restorana
doğru yola çıktık. “Dışardan vasat ama dekoru ve lezzeti enfes” yorumlarını
haklı çıkartan bir sıradanlıkla karşılaştık. Ben hevesle ve elbette açlıktan
bayılacak olmanın verdiği güçle kapıya koştum. İçerde ışık yoktu. Ses yoktu.
Kapı vardı ama kapıda hareket yoktu. Kafamı çevirdiğimde, sadece Perşembe, Cuma
ve Cumartesi günleri açık olduğunu yazan bir tabela gördüm. Şaşkındım ama
açlıktan ötürü öfkeliydim de. Böyle saçmalık mı olurdu? Söylene söylene arabaya
bindik. Yarım saat sonra, oldukça dağınık bir yapılaşmaya sahip olan küçük
güney kentinin başka bir restoranındaydık. Vasat bir yemek yedik ve eve döndük.
Perşembe gününü zor bekledim. Kimse uygun değildi ama tek başıma da kedi balığı
restoranına gidebilirdim.
Kapıdan içeri adım attığımda kafamdaki tüm olumsuz imaj
değişti. Hem zamanda seyahat etmiş gibi hissetmiş, hem de nefis kokuyla aç
olduğumu hatırlamıştım. Masif ahşap masalar, sağdan soldan asılan gitarlar,
eski ama çok temiz döşemeler 1970’lerden kalma gibiydi. Hemen sipariş verdim ve
parmaklarımı yemekten zor kurtuldum. Ayrılmadan önce yanıma gelip fikrimi soran
garsona bayıldığımı ama nasıl olup da haftada sadece üç gün açık kalarak iş
yapabildiklerini sordum. “Burası bir aile işletmesi” diye başladı kadın. “Ben
de evin annesiyim. Şu kızım, şu oğlum. Eşim de mutfakta. Ben de genelde
öyleyim.” Bu durum benim Türkiye’den yabancısı olduğum bir şey değildi. Benzer
yerleri görmüştüm. Ama haftada üç gün hala hayal gibi geliyordu. “Yani para
kazanmak için değil de, hobi amaçlı mı?” diye sordum. “Hayır” dedi. Son derece
iyi para kazanıyorlardı. “Evet” diye ekledi. “Haftada daha fazla gün çalışsak
daha fazla kazanırız. Ama bizim kazandığımız parayı hayatımız için harcayacak
vaktimiz olmazsa, para ne işe yarar ki? Bu işi keyifle ve kaliteli yapmak için
haftada üç gün yoğun çalışıyor, sonra da kaliteli bir hayat için birlikte zaman
geçiriyor, seyahatler yapıyoruz.”
Sevdikleri işi, yeterince iyi para kazanarak ve haftada
dört gün tatil yaparak yürüten bu aileye ve çok sevimli restoranlarına yepyeni
bir gözle baktım. Bir yanım yeterince para kazanma duruşuna saygı duyarken,
diğer yanım hayatlarına devam etmek için hayatla kavga etmek zorunda olmama
şartlarına gıpta etti. Bizde aile işletmesi kavramının bende büyük ölçüde
oluşturduğu maliyeti düşürme imajının, bu işletmede nasıl keyifle yapılan ve
endüstrileşmemiş anlamına geldiğini hayretle fark ettim. Herkes yaşadığını
hayat olarak kabul mü ediyor, yoksa hayat sınırlarını bizim çizdiğimiz bir olgu
mu? Derdimiz, kalitesine karar verdiğimiz bir hayat için şartlar oluşturmak mı,
yoksa mümkün olduğunca fazla para kazanmak için gerekirse o parayı harcayacak
zamanımızın kalmadığı çalışma saatleriyle dünyaya savaş açmak mı? Bana hayatın
içinde bulunduğumuz trenle gitmek istediğimiz bir şehre doğru ilerliyorken
yaptığımız seyahat olduğunu unutuyoruz gibi geliyor. Kapitalizmin kalesinde
bile yaşam kalitesi bu kadar hayatın merkezindeyken, bize ne oluyor?