Soğuk bir sabaha uyanmış ve kahvaltı için ne yapabileceğimi
düşünmeye başlamıştım. Konu kahvaltı olunca, Türkiye dışında olmak hep hüzün
verici olurdu. Ve miso çorbasının varlığını bilmek, Japonya gibi bir memlekette
sabah kahvaltılarında sığınacak güvenli bir limandı.
Gittiğim köhne restoran, eski olduğu kadar temiz olduğunu da
belli ediyordu. İçeri girdiğimde aynı laboratuvarda çalıştığım siyahi
arkadaşımın da orada olduğunu görünce şaşırdım. Küçük bir Japon şehrinde iki
yabancı sabah kahvaltısında buluşmuştuk. Yıllardır orada yaşayan, çok çalışan,
bilge ve herkesin saygısını kazanmış biriydi. Yaşça benden büyük oluşu onu
kendiliğinden sıkça akıl danışılan ağabey yapmıştı. Masasına oturdum. O
günlerde başımın belası olan, üniversitenin Japonca kursunun nasıl gittiğini
sordu. Aslında oldukça iyiydim ama sınıfımızda çok fazla Çinli vardı ve her ne
kadar Çince Japoncayla alakası olmayan bir dil olsa da, kullandıkları yazı
karakterlerinin Japonca karakterleri de kapsaması nedeniyle, bir parça
gördüklerinde orada neler olup bittiğini anlıyorlardı. Konuşamıyorlar, sesli
okuyamıyorlar ama soruları ve cevapları şifreli bir metin çözer gibi anlıyor ve
ortalamayı ciddi biçimde yükseltiyorlardı. Hak ettiğimden daha düşük notlar
alıyordum. Ya da Çinli çocuklar hak ettiklerinden fazla... “Kötü gidiyor” diye
cevapladım. “Konuşma ve dinlemede iyiyim ama yazılı sınavlarda sürünüyorum.
Umuyorum geçerim.”
Bana “Sen, yolda gördüğün iki kargayı birbirinden ayırt edebilir
misin Emrah?” diye bir soru yöneltti. “Ne alakası var?” der gibi baktım.
“Kargaların insanların yüzlerini ayırt ettiklerinin bilimsel olarak
kanıtlandığını biliyor musun?” diyerek ikinci sorusunu sordu. “Hayır” anlamında
kafamı salladım. “İşte” dedi, “Birinin bir şeyi iyi yapması ve senin onu
yapamıyor olman, o açığı başka bir şeyle kapatamayacağın anlamına gelmez. Karga
seni tanır, sen onu tanıyamazsın. Karga uçar, sen uçamazsın. Ama senin de bir
kargadan iyi yaptığın milyon tane şey vardır. Onların neler olduğunu düşün.”
Kulağa güzel gelmişti, yüzümü güldürmüştü ama anlamlandıramamıştım. Karga ve
Japonca kursu, ilginçti...
Dönemin sonunda, on bir Çinlinin olduğu on yedi kişilik sınıfta
on iki kişi başarılı olmuştu ve ben ancak on ikinci olabilmiştim. Son derste
veda konuşmaları yaparken kapı çaldı. Üniversite için çekilen tanıtım filminde
yabancı bir öğrenciyle röportaj yapılacaktı. Takamura Sensei bana döndü, “Rica
etsem sen gider misin, düzgün konuşabilen biri kursun imajı için iyi olur”
dedi. Kursu başarıyla tamamlayabilen en başarısız öğrenci olarak yerimden kalktım
ve çok keyifli bir röportaj yaptık. Güzel bir anı biriktirmenin mutluluğuyla
çıkar çıkmaz arkadaşımı aradım. “Biliyor musun” dedim “Bir karga gibi yüz
tanıyamıyor olabilirim ama sanırım bir saksağan gibi konuşabiliyorum.”
(Saksağan -magpie- İngilizcede “çok konuşan” anlamında kullanılan bir
benzetme.)
Bu yazı, o arkadaşımın bana bu sabah attığı “Keyifler nasıl
minik saksağan kardeşim” mesajıyla ortaya çıktı. Ve ben gerçek zaferin
Japoncadan geçmek değil, yirmi yıldır görmediğim biriyle hala dost kalabilmek
olduğunu bir kez daha anladım. Yenilgiler, daha büyük zaferler için.