Üç tekerlekli bisikletimin tekerlekleri gözümün önünde
eriyip gidiyordu. Bunun sebebi elbette kaldırımların o kalın taşlı dokusuydu.
Aslında dedemin arkadaşı olan terziden sonra ilerlememem, eczaneden sonrasına
ise hiç geçmemem lazımdı. Meydan tarafına doğru bizim bakkaldan sonra ise sorun
yoktu. Lastikçi, sonrasında yorgancı ile toparlayan kaldırım, radyo evinin
önünde ise Londra asfaltına dönerdi…
Üç tekerlekli bisikletimin tekerleklerini korumanın bir
diğer yolu da, bir dolmuşçu ile aynı mesaiyi yaptığım dolmuşçuluk oyunumu karşı
kaldırımda, Aşıklar Parkı’nın duvarının dibinde icra etmekti. O kaldırım çok
daha düzgündü. Ama karşı kaldırıma evdekiler izin vermezdi. Oradan uzun
kuyruklu “Şevrole” dolmuşlar ve 302 otobüsler kalkıyordu. Hem koşuşturma çok
fazlaydı hem caddeden karşıya geçmem yasaktı hem de o kaldırım, o dönem hayatın
omuzlarına yüklediği dramı bilemeden çocukça duygularla korktuğumuz Aga
Musti’nin geçiş parkuruydu. Akşam bacaklarımın ağrısıyla ağladığımda, ev halkı
ertesi gün bisikletle tüm Arafilboyu onlarca kez kat etmeme izin
vermeyeceklerini söyler, “meslek aşkı” hemen susmama sebep olurdu. Beni ben
yapan şeylerin en önemlilerinden birisi de işte o bisiklet turları sırasında
yaptığım gözlemler ve o gözlemlerden arakladığım hayali yolcuların “dolmuşuma”
binmeleriyle yaptığımız hayali sohbetlerdi. Bugün olsa o beş yaşındaki çocuğun
belki de bir çocuk psikiyatri kliniğine götürülmesine sebep olabilecek o hayali
sohbetlerle ben fındığını satan köylüyü, oğlu İstanbul’da okuduğu için geçim
sıkıntısı çeken kırtasiyeciyi, yolda yürürken herkesin hazır ola geçtiği emekli
hakimi tanıdım. Kenti tanıdım. Kent susam kokardı. Araç lastiklerinin Arnavut
kaldırımının üzerinden geçerken çıkardıkları tıkırtı ile şarkı söylerdi.
Mevsimin değiştiğini anlatan, havadan sarkmış onlarca ampülle ışıl ışıl
parlayan manavla mutlu ederdi. Aşıklar Parkı’nın merdivenlerinin yan
duvarlarından aşağıya kaymak hem evdekilerin otoritesine karşı yapılmış bir
başkaldırı hem de onlarca sene sonra gittiğim dünyanın en iyi tema parklarında
bile hissetmediğim bir mutluluk ve heyecan demekti.
Bu hafta internette bunları yaşadığım yerin eski bir
fotoğrafını gördüm. Sonra bir de bugününü düşündüm. Sonrası hüzün. Sherlock
Holmes’ün seyrettiğim filmde iki yüz sene önceki Londra’da önünden geçtiği
dükkanda kahve içtim. Edinburgh’ta şehri çevreleyen surların hava
sirkülasyonunu engelledikleri için cephelerine yapışmış dört yüzyıllık is
lekesiyle kızımın yüzünü boyayıp onu kızdırdım. Barcelona’da Gaudi’nin yüz sene
önce meyve aldığı La Boqueria’dan meyve aldım. Ama otuz beş sene önce evimizin
bahçesinde çilek toplarken taraklı kuşunun gelmesini beklediğim yerde şu an
yapabildiğim yegane şey, bir şeridi otopark olmuş yolda trafiğin açılmasını
beklemek! Umarım gelişmeyi alüminyum renkli cephelerde görmemize ve mısırın
bardakta yetişen bir ürün olduğunu sanacak bir nesil elde etmemize değmiştir.
Bir sonraki sayfaya geçip bilge bir defter yapmak varken, ha bire aynı sayfayı
silip silip yeniden yazıyoruz.