Ülkemizde nerede orman, nerede su kaynakları, nerede dağ
varsa oraya leş kargaları gibi konanlar vardır. Gelecek nesilleri önemsemek
bazı kuruluşların -doğal olarak o kuruluş sahiplerinin- umurlarında bile
değildir. Siyanür, sülfürik asit denilen zararlı maddeler, madenciler için
önemlidir. Çünkü önemli olan, onların kazanmalarıdır. Munzur Dağları’na, Kaz
Dağları’na Artvin dağlarına, Ordu dağlarına nasıl kıydıkları herkesçe
bilinmektedir.
Bu insanların dağlarla sorunu ne? Elbette ki altındır.
Dağlar, dünyanın en değerli su depolarıdır. Bu açıdan bakıldığında barajlardan
bile önemlidirler. Araştırmalara göre tüm dünyada çıkarılan yıllık altın
miktarı, 3 bin ton civarındadır. Merak edenler gidip görsünler Kaz Dağları’nın
acıklı durumunu. Maden çıkarmak için kesilen ağaçlar nedeniyle bölgenin
yeşilliği ve güzelliği nasıl yok edilmiştir gidin görün. Bundan daha vahimi,
altın çıkarmak için ortaya atılan atıkların zararlarının yıllarca o dağlara ve
yerleşim yerlerine vereceği zararı bir düşünün.
Özellikle ülkemizdeki madencilik, yağmacılık, talancılık
üzerine kurulmuştur. Ne yazık ki yıllar önce, ülkenin ormanları, yaylaları,
köyleri yağma – talan madencilerine peşkeş çekildi ki bu işin başlangıcı 1980
sonrasıdır. Ülkemizde bir ton altın elde etmek için 5 milyon ton taşı toprağı zehirliyoruz. Bu yaklaşımın
zararını ve sorumluğunu gelecek kuşaklara kim anlatabilecek?
Derelerimiz kurutulmuştur. HES adıyla ortaya atılan sistem,
köylerimize, kasabalarımıza can veren sularımızın yok olmasına neden olmuştur.
Üstelik de sel felaketlerinin, yüzlerce işyerinin ve arazinin yok olmasının
temel nedeni derelerin doğallığının bozulmasıdır. Yıllarca gözleri gibi
korudukları akarsularını şirketlere kaptırmamak için köylülerimiz, baş
kaldırmıştır. Bu insanların direnişi, yerden göğe kadar haklarıdır. Ancak bu
direnen insanlara ya terörist veya ajan denilmiştir.
Derelerin kurutulması, köylünün fakirleşmesine neden oldu.
Çünkü köylü toprağa ektiği tarım ürünlerine, su veremiyor. Dere kenarlarına
kurulan köylere can veren, huzur veren su artık yok. Tatlı su balıkları yok.
Elma, armut, üzüm bahçeleri yok. Domates, biber, salatalık bahçeleri de yok.
Çünkü onlara can veren su yok.
Verimli topraklarımız, beton yığınına dönüştürüldü ve
dönüştürülmeye devam ediliyor. Yaşadığım kentin batısındaki dümdüz arazi, o
kentin sebze gereksinimini karşılıyordu. Maalesef o güzel, verimli ve dümdüz
arazinin üstüne Kara Yolları binalarını kondurdular. Aynı kentin doğusundaki
verimli topraklar üzerine de Devlet Su İşleri binaları yerleştirildi. Şimdi de
“Kanal İstanbul” diye adlandırılan kanalın etrafı, o verimli araziler,
köylülerin elinden alınmakta ve yine betonlaştırmanın gayreti içindeler. Bu insanlar, beslenecek. İstanbul’u besleyen
alanı binalar yığını yapınca elbette ki arzu edilen sebzeler uzaklardan
getirilecek ve pahalıya vatandaşa ulaştırılacaktır. Bu arada güzelim su
kaynakları yok edilecek, hayvancılık, tarım yok edilmiş olacak ve doğanın
dengesi bozulacaktır.
Başı dumanlı yaylalarımız, türlü çiçekleri, akarsuları
besleyen düzlüklerimiz kullanılmaz duruma getirildi. Çünkü yayla demek o
düzlüklerde koyunların sığırların beslenmesi demekti. Ama tarımı yok ettik.
Hayvancılığı bitirdik. O iki bin metre, üç bin metre yükseklikteki yazları
serin rüzgârlarla iç içe olan o ovalar, artık bomboş. Çünkü köylü üretemiyor,
ürettiğini ederine satamıyor ve bu nedenle de hayvan besleyemiyor.
Özünde biz, tarım toplumuyuz. Ne yazık ki tarımı
önemsemedik, üreticimize destek olamadık ve üretimi düşürdük. Ele muhtaç olduk.
Samanı bile dışarıdan alır duruma getirildik. Kısaca dış güçlerin oyununa
geldik. Denizlerimizde balık yok, tarım alanlarımızda buğday, arpa, mısır yok.
Bostanlarımızda domatesimiz, biberimiz, fasulyemiz yok. Doğal olarak ürettiğimiz
tüketimimizi karşılamıyor. Bir taraftan doğayı tahrip ettik diğer taraftan
tarımsal üretimi bitirdik.
Unutmayalım ki doğa kendi intikamını kendi bir gün alır.