Kapitalizm akbabalar gibidir. Nerede yutacak bir şey bulursa
veya sezerse oraya konar. Tarihin akışına baktığımız zaman bu oluşumu her zaman
görmek mümkündür. Ekonomik ve askeri üstünlük, Doğu’dan Batı’ya geçince 16.
Yüzyıldan sonra ülkemizin dirliği bozulmaya başladı. Doğal olarak güçlünün
karşısında günden güne hem fakirleştik, hem de toprak yönünden küçüldük.
Osmanlı
İmparatorluğu, imparatorluk unvanını yitirmiş ve Osmanlı Devleti adıyla
anılmaya başlanmıştı. 19 yüzyılın başından beri ise bize yeni bir ad
yakıştırılmıştı ,”Hasta Adam”.Akbabalar, bu hasta adamın mirasına konmak için
kollarını sıvamışlardı. Ortadoğu’yu ele geçirmek, zengin petrol yataklarını
işletmek için siyasi oyunlar oynuyorlardı.
Tanzimat
Fermanı ile toplumsal değişime giriş yaptık. Islahat Fermanı ile kapılarımızı
ekonomik ve idari yönden Batı’ya açtık. Türkiye pazarlarına akın eden Batı
sermayedarları, devlete borç vermek için yarışa girdiler. Bu girişim, eskiden
beri gelen devlet anlayışımıza ters düşüyordu. Borç almak vakarımıza,
haysiyetimize ters düşüyordu. Ama para sıkıntısı çeken yönetim için,
sermayedarlar ve aracılar için son derece kârlı ülke olmuştu..
Alınan kredileri incelediğimizde,
paranın 1/5 üretim gideri olarak görülmektedir. Paranın faiz oranları çok yüksektir.
Borç veren ülkelere; mali, ekonomik, hukuksal yönden birtakım kolaylıklar
sağlanmıştır. Bir yere kadar ödemeler yapılmış ama alınan borç paralar üretime
dönüştürülmediği için ülke yönetimi borçlarını ödeyemez duruma gelmiştir. Devam
eden kapitülasyonların yanına bir de “Düyunu Umumiye” denilen kuruluş eklendi.
Ganimetler
bitmişti. Ama saray eski şatafatını devam ettiriyordu. Alınan borçların 6/5
tüketime gidince borçlar çığ gibi artıyordu. Elbette ki alacaklı ülkeler,
alacaklarını kurdukları veya kurdurdukları Düyunu Umumiye gibi aracılarla
alıyorlardı. Bu kuruluş, Avrupalı alacaklılar ve yatırımcılar adına devlet
gelirlerini toplayıp onlara aktarıyordu.
Tütün
ve tuz tekeli iyi bir gelir sağlıyordu. Onun için bu iki gelirin işletmesi de
yine yabancıların kontrolüne verilmişti. Tütün üretimi ve satışı önceleri
serbestti. Devlet, vergisini alıyordu. Ama bu karlı üretimi de alacaklılar
kontrol altına almışlardı. “Reji” denilen kuruluş, üreticiye göz açtırmıyordu.
Bu yaklaşım, kaçak tütün ticaretini körükledi. Kaçakçılığı önlemek için devlet,
Reji idaresini görevlendirmişti. Bu kuruluş, bir nevi jandarma görevi görüyor,
üretici yarım kilo tütün saklasa ve anlaşıldığında üreticiyi alnından
vuruyorlardı.
Demiryolları ayrı bir olay
olmuştu. İngilizler, Fransızlar ve Almanlar ülkemizdeki ham maddeyi ülkelerine
taşımak için Anadolu’nun içerilerine kadar demir yolu yapmışlardı. Demiryolları
tarihi, Türkiye’nin emperyalist devletler tarafından parçalanıp yok edilme
çabalarının tarihidir. Elbette ki kapalı ve durgun tarım ekonomisini
canlandırmak ve ticari girişimciliği geliştirmek açısından yararlı olmuştur.
Ülkede asayişi sağlamak ve asker naklini kolaylaştırmak için de önemi büyüktür.
Ancak yarı sömürge düzeni durumunda olan ülkemizde demiryollarından en çok
yararlanan da yine yabancılar olmuştur.
Peki,
Atatürk’ten sonra gelen devlet yöneticileri, ülke ekonomisinde, yönetiminde
eskiden farklı girişimlerde bulundular mı? 19. yüzyıl ile 21. Yüzyıl arasında
ne fark oluştu.? Yine borç alıyoruz, yine dışa bağımlıyız. Yine borç aldığımız
paraları üretime değil de betona savuruyoruz. Yine dışarıdan tarım, sanayi
ürünleri alıyoruz. Yine köylümüz, küçük esnafımız perişandır.
Yine kazanan
içteki büyük sermaye sahipleri ve dıştaki emperyalist ülkelerdir. Yalan mı?