Köylü, memur, küçük esnaf, kısaca tüm emekçiler katmerli bir
sömürü düzeni içindedirler. Çünkü kapitalist yapılanma üretime odaklanmıştır.
Ne kadar çok üretim o kadar çok tüketim yaklaşımındadır. Ama sistemin gereği
kapitalist sistemde para, belirli ellerde toplanır. Bu yapılanma da doğal
olarak refah düzeyi açısından büyük uçurumlar oluşturur. Haklı olarak da
ülkemizde her geçen gün tüketimin azaldığı izleniyor. Her geçen gün toplumun
çoğunluğu fakirleşiyor.
Bu yazımı yazarken marketlerde domates 30 lira, marul 20
lira düzeyindedir. Buna çiçek yağını, zeytinyağını, pirinci, bulguru; kısaca
insanların temel gereksinimlerini eklediğinizde bu temel maddelerin toplumun
alım gücünün çok üstünde olduğu görülmektedir.
Bir taraftan teknolojik gelişme ile hızla artan üretim
fazlalığı, diğer taraftan toplumun alım gücünün olmayışı nedeniyle; tüketim
azlığı, ülke ekonomisini içinden çıkılmaz duruma getirdi. Bu olumsuzluğun çıkış
yolu, insanlarımızın alım seviyesinin artırılmasıdır.
Üretim ile tüketim arasındaki dengeyi kuramadığımız sürece
toplumu mutlu edemeyiz. Bunun da çıkış yolu, tüketim toplumunu desteklemektir
Manavları, bakkalları, marketleri dolaştığımızda her şeyin
bol olduğunu görüyoruz. Aslında bu fazlalık, tüketim fazlalığı değildir. Bu
fazlalık, toplumun alım gücünün yeterli olmayışıdır. Gereksinimi olduğu halde
insanımızın istediklerini alamıyor olmasıdır.
Batı toplumlarında asgari ücretle geçinmeye çalışan insan
sayısı yüzde beş dolayda iken bu oran bizde yüzde elliyi bulmaktadır. Doğal
olarak insanımız üretileni alamamakta ve temel beslenme gereksinimlerini
karşılayamamaktadır.
Ekonomi, ciddi iştir. Siyasi ağızlarla çözümlenemez.
Rakamlarla oynayarak toplumu yumuşatma yoluna gitmek kendimizi kandırmaktır. Şu
anda iktidar ve muhalefet arasındaki ekonomik tartışmalar, doğal olarak
gerçekleri önümüze seriyor. Bireylerin iftar sofraları arzu edilen düzeyde
değil. İnsanlarımız, geleneksel yiyeceklerimizden pidesini sofrasına koyamıyor; pastırmasını, etli yemeğini aile bireylerine
ikram edemiyor. Bu gerçeği görmezlikten gelmek ne vicdanla ne de ahlâkla izah
edilebilir.
Dışa bağımlı bir ülkenin refah düzeyini artırmanın temel
yolu, dışa bağımlılıktan ülkeyi kurtarmaktır. Anadolu toprağı verimlidir.
Anadolu iklimi her türlü meyvenin, sebzenin ve tahılın üretilmesine uygundur.
Anadolu’nun otlakları, çayırları hayvan beslenmesine uygundur. Bize düşen temel
görev, ülkenin bu olumlu özelliklerini üretime çevirmektir. Ne yazık ki
buğdayı, arpayı, samanı, mercimeği ve diğer temel gereksinimlerimizi dışarıdan
almak zorunda bırakılıyoruz.
Siyasi ağızlar, özellikle iktidarlar, her zaman ulusal gelir
düzeyimizin arttığından söz eder ve öğünürler. Bir ülkenin ulusal gelirinin
artması demek tüketim toplumunun refah düzeyinin artması anlamına gelmez. Çünkü
tüketim, sadece piyasadaki para miktarına değil, hane halkının gelir düzeyine
bağlıdır. Çünkü ulusal gelir; mutlu azınlığın, orta sınıfın ve fakir insanların
elde ettiği paranın toplamıdır.
Yönetimler, para miktarını artırırken kişilere düşen payları
da önemsedikleri zaman toplumsal refaha ulaşırız. İşte o zaman ülkemizin her
bireyi, yalnızca karınlarını doyurmakla
kalmaz kendi beslenmelerine de önem vermiş olurlar. Kısaca, üretimle tüketimi
dengelemediğimiz sürece ve üretilenden herkesin hakça yararlanmadığı sürece
biz, tüketim toplu yaratmakta zorluk çekeriz.
Sizi bilmem ama ben, böyle düşünüyorum.