Bu aylarda Giresun dolup taşıyor.
Uzaktan bakıyorum insanlara, çokça mutluluk, saklanan bir
burukluk hakim yüzlerinde...
Kim gurbetçi, kim yerleşik hemen belli oluyor.
Kilometrelerce yolları aşıp gelmiş binlerce insan yayla
festivallerinde, şenliklerde çocuklar gibi sevinçle özlem gideriyorlar.
Zaman su gibi geçince hüzünle dönüyorlar gurbetlere...
Sıla özlemi bu.
Ne evlat özlemine benzer ne sevgili özlemine.
"Seneye ya nasip" diyerek döndükleri yolda
ayakları kalmıştır, akılları kalmıştır, ruhları kalmıştır baba ocağında.
Geriye ise kışın kapanan yolların zorluğunu, baharla beraber
bitmeyen işlerin çilesini çeken insanlar kalıyor.
Zorluk nedir bilmeyen memleketimin insanı; hayat meşgalesine
kaldığı yerden devam ediyor.
Şimdi ise herkesin gözü fındık dallarında. Mahsullerini
toplamak için gün sayıyorlar. Kimisi başladı bile.
Yıllardan beri fındığın hakedişini alamayışının kızgınlığı
olsa da yılmadan sahip çıkıyorlar emeklerine.
Rahmetli Erbakan Hocamız boşuna dememiş "Türkiye'nin
elindeki fındık siyonist İsrail'in elinde olsaydı eczanelerde taneyle ilaç
olarak satılırdı" diye.
Ülkemize her şeyin geç gelmesi gibi, bu sözün de önemini geç
olsa da anladık değil mi?
Giresun'a geleli bir hafta oluyor ve herkes
"Memleketimize sahip çıkan yok" diyor ağız birliği yapmışçasına.
Değersizliğin ezikliğini yaşıyor bu insanlar ve ekliyorlar
"Bizim bizden başka kimsemiz yok" diye.
Haklılar da.
Koltuk sevdası uğruna örtbas edilen dosyalar,
Susturulan insanlar,
Halkın verilmeyen emeği,
Yaylalara yapılmayan hizmetler,
Gelmeyen elektrikler,
Altyapılar...
Sayayım mı daha Giresunum?
Yine de kaybetmiyoruz umudumuzu.
Elimizden geldiğince konuşacağız eksiklerimizi. Bizim
tabirimizle (bek gene bağıracağız), anlatacağız.
Yeter ki var olsun Topal Osman'ın evlâdı.
Okuduysanız yazımı şimdi bırakın elinizden gazeteyi, bir
yudum da benim için alın çayınızdan.
Selam olsun hepinize.