Bugün 12 Eylül! Hüznümüzün ve demokrasimizin acı günü olarak
yazıldı tarihimize. Demokrasimizi askıya alan 12 Eylül askeri darbesinin Adalet
Bakanlığı’nın verilerine göre bilançosunun birkaç verisi 650.000 gözaltı,
1.683.000 fişlenen, 210.000 açılan dava, gazetecilere istenilen hapis cezası
4.000 yıl, basın özgürlüğünü kısıtlayan yasa sayısı 151, vb. şeklinde uzamakta.
Darbeyi yapanlar yıllar sonra cezalar almasına rağmen Eylül’ün sızısı 39 yıl
geçse bile yüreklerimizin bir köşesinde durur.
“Hüznün kollarına düştüğünü görmedik öfkeyse hiç terk etmedi
seni, nereye yağacağını bilirdin ve sen bizimleyken tebessüm hiç eksilmedi
gözlerinden”
Gazete ve basın özgürlüğünden bahsederken yine ve yeni hüzün
düştü yüreğimize. Üniversite yıllarımızın gazetecisi olarak aklımızda olan
Ahmet Şefik Mollamehmetoğlu’nu kaybetmenin hüznü.
Barışla başlar sonbaharın ilk günü. Ne anlamlıdır barış
içinde kardeşçe yaşamak ve bunla başlamak güne ve mevsime. Karadeniz’imizin
barış denizi olarak yarınlara dalgalanması, Karadeniz’in etrafına dizilen tüm
ülkeler ve halkların kardeşçe yaşaması, Varna’daki dalganın Fındıklı sahiline
vurması, balıkların Kiev’den çıkarak sahillerimizi ziyaret edip Marmara’ya
varması.
Evet, Eylül ayı hüzün ayı. Bizim denizimiz için bereket
yüklü ve sofralarımızın bol balıkla buluşmasıdır aynı zamanda. Denize açılıp
‘vira hellesa’ dediğimiz ilk günüdür. Yoksul halkımızın protein olarak kırmızı
eti sadece raflarda gördüğü ülkemizde denizin vermiş olduğu nimetlerden
faydalanmanın başlangıcıdır Eylül.
Uzun dönemdir Mezgit, istavrit, barbun, palamut ve hamsinin
bizlerle buluşmasının başlangıcıdır Eylül. Uzun dönemdir hamsi de küs mezgit
de. Sahili ve denizi evi olarak gören yaşlılarımıza sorduğumuzda Eylül’ün
hüznü, denizin hüznünü anlatmaya başlıyorlar. Nerede o eski hamsinin sahile
vurması, bolluk bereket diye başlanıyor sözcüklere. En son dolgu olarak inşa
edilen sahil yolu (açık cezaevi duvarı) sonucunda Karadeniz halkının denizle
bağı yavaş yavaş koparılmış oldu. O iskele başlarında engin denizin dalgasını
seyretmek, oltamızı sallayıp balıklarla buluşmamız sadece nostalji olarak kaldı
hafızalarımızda.
“Bir esnaf arkadaşımız başkentten tedarikçisi geldiğinde
‘’çay içer misin?’’ diye sormuş. Tedarikçisi; ‘’çay memleketine geldik bir çay
içelim’’ der. Bizim esnafımız telefona sarılıp Hüseyin dükkâna iki çay diye
seslenirken tedarikçi hayretler içinde şaşkın bir şekilde sanki donmuş
vaziyette kalır. Esnaf arkadaş bu kadar şaşkınlığa anlam veremez ve sorar:
Cevap; denizin kenarında yaşıyorsunuz ben de denize nazır bir çay içeriz diye
düşünmüştüm hiç anlam veremedim buraya çay istemene ve şaştım der.” İşte
halimizin özeti. Denizde denizden yoksun yaşamak ve ruhumuzun da hızlı
yaşlanması.
Sahil yolunun ulaşımı daha hızlı ve konforlu olmasını
sağladığını düşünsek bile ellerimizden aldıkları ne olacak. Ulaşım kelimesi
sadece karayolu olarak algılatılmaya çalışıldı halkımıza. Çocukluğumuzda kaldı
Hopa’dan İstanbul’a vapurla gidişler. Denizden koparılan bir kent veya kentler.
Karadeniz sahil yolunun denizimizin dağımızla buluşmasının önüne bir duvar
çekilmesini sağladı. Bizim denizimizin dalgasını dağımızın heybeti ile
buluşmasını engelledi. Samsun’dan Sarp Sınır Kapısı’na kadar bir duvar gibi
duran o sahil yolu kentlerimizin açık cezaevi olarak kalmasının önünü açtı.