New York’u baştan sona yürümüştük. Teknolojinin yaptığımız
şeyleri onaylaması bir alışkanlık haline geldiğinden beri başımıza bela olan,
“acaba ne kadar yürümüşüzdür?” sorusunu sorduğumuz telefonlarımız 20 küsürlü
kilometreleri gösteriyordu. Her New York ziyaretimde görmeye çalıştığım 4-5
eski dosttan biriyle sözleşmiştik ve koşturmam gerekiyordu. Bryant Park’a
vardığımızda, New York’ta yaşayan ve doktorasını sürdüren arkadaştan “10 dakika
gecikeceğim” mesajı geldi. Grubumuzun Amerika’ya ayak bastığımız günden beri
lisansüstü eğitimlerini nasıl olup da Amerika’da sürdürebileceklerini düşünüp
duran genç üyeleri daha fazla beklemek istemediler. “Biz tako yemeye gidiyoruz
hocam” diyerek parktan ayrıldılar. Meksika mutfağını çok seven biri olarak tako
yeme hevesini anlayabiliyordum. “Tamam” diyebildim. “Bir buçuk saat sonra
burada buluşalım!”
Amerika’da yaşayan genç arkadaşım geldi. Kahvelerimizi
içerken henüz adım attığı evlilik hayatının güzel sürprizlerinden,
arkadaşlıklardan ve elbette eğitimden konuştuk. “Aslında bizim okul dışarıya
çok açık hocam” dedi. Kolayca doldurulabilecek bir sürü açık asistanlık
pozisyonundan bahsetti. Bryant Park’ta, ABD’de asistanlık yapan bir hanımefendi
ile defalarca ABD’de hocalık fırsatı bulmuş ve devamlı güzel teklifler almış
ben, oturmuş ABD’deki genç araştırmacılara yönelik olanaklardan konuşuyorduk ve
en büyük hedefleri ABD’de yüksek lisans yapmak olan genç çocuklar bu sırada
tako yiyordu! Ben arkadaşımı uğurlarken genç arkadaşlar geldiler. Ayaküstü bir
merhabalaşmadan sonra arkadaşım gitti. “Enfes bir tako ziyafeti çektik” dedi
çocuklar. Gülümsedim. “Arkadaşlar” diye cevap verdim, “Hayatta iki tip insan
vardır: Hedeflerine ulaşmak için doğru yer, doğru zaman, doğru insan
kovalayanlar ve bu sırada tako yiyenler!”
Bir süre sessizlik oldu. Sonrasında sevindirici olan,
bizimkilerin artık takocu olmadıklarına emin olmamdı.