Trabzonspor’un
şampiyonluğu Türk futboluna büyük bir renk kattı. Bordo-Mavi’ye âşık olan
insanların duygu seline tüm dünya şahit oldu. Öylesine bir sezon yaşandı ki her
haftası ayrı bir hikâye, ayrı bir belgesel tadındaydı. Ve böylesine sıra dışı hikâyenin
belgeselleri de izleyicilerle buluşmaya başladı.
TRT’de önceki gün izlediğimiz Oyunun
Renkleri böyle bir belgeseldi. Duyguluydu, başarılıydı, iyi kotarılmıştı. Dolu
doluydu. İçinde birçok hikâye barındırıyordu. Trabzonspor’un sıra dışı bir
takım olduğunun, sıra dışı bir taraftara sahip olduğunun tipik bir
göstergesiydi. Bu öyle bir şampiyonluktu ki her taraftarın ayrı bir hikâyesi,
ayrı bir belgeselini yapabilirdiniz.
Oyunun Renkleri’nde de bunu görüyoruz.
Baştan sona duygu yüklü bir belgesel. ‘Futbol bir oyun ve eğlenceden ibarettir’
düşüncesi basit kalıyor mesele Trabzonspor olunca. Hayatın anlamı, yenmek
yenilmekten, eğlenceden çok daha fazlası Trabzonspor.
Belgeseli TRT yorumcusu Erdal Hoş sürüklüyor baştan sona. Ona
Abdullah Avcı, Abdülkadir Ömür ve bir çok taraftar eşlik ediyor. Gözlerinizden
yaş akıtan bir belgesele imza atıyor tüm ekip. Erdal Hoş son yıllarda
Trabzonspor’un bir kulüpten daha fazlası olduğunu çok iyi yansıtıyor yaptığı yorumlarla.
Futbolun bu topraklarda neye denk geldiğini, sosyolojisini, hikâyesini,
geçmişini çok iyi anlatıyor tüm Türkiye’ye.
Belgeselde Trabzonspor’un farklılığı üzerine duruluyor. ‘Dört
büyükler’ kavramına da karşı çıkılıyor. 4 büyük olmaktan ziyade ‘farklılık’ ön
plana alınıyor. Diğerlerinin arasında diğerleri gibi olmak yakışmıyordu
Trabzonspor’a. Ahmet Ağaoğlu da ‘Biz farklıyız’ demişti şampiyonluk geldiğinde.
Ama ‘farklı’ kelimesi basit kalıyor bu hikâyeyi, bu tarihi, bu geçmişi anlatırken.
Daha edebi, daha evrensel, daha zengin bir kelime bulmalıyız. Sevgili Erdal Hoş
biraz kafa yorarsa daha coşkulu bir kavram üretecektir.
Umarız bu belgeselin arkasından daha niceleri gelir. Son
şampiyonluğu anlatan nice kitaplar da yazılır. Abdullah Avcı bu şampiyonluğun
her haftasını anlattığı bir kitap kaleme alsa ne güzel olurdu değil mi? Aynı
hikâyeyi Uğurcan Çakır’ın gözünden de okumanın tadından yenmezdi…