Cehennemde
sıra-sıra kazanlar! Altlarında ateşler yanıyor, her kazanda çeşitli
milletlerden cehennemlik insanlar. Amerika kazanı, Rus kazanı, Çin kazanı,
Japon kazanı vs.
Her kazanın
başında da ellerinde kocaman tokmakla ikişer zebani!
Yeni gelen
biri kazana atılmadan önce sorar; Bu zebaniler ne iş yapar?
Yanıt;
Kazandan kaçmak isteyenlerin kafasına vurup, tekrar kazana atarlar!
Yeni gelen,
kendi kazanını ararken başında zebani olmayan bir kazan görüp yine sorar; Bu
kazanın başında niçin zebani yok?
Yanıt; Ha
orası mı? Orası Türklerin kazanı! Biri kaçmak isterse diğerleri bacaklarından
çeker ve kimsenin kazandan çıkmasına fırsat vermezler.
Bu yüzden
onların kazanında zebani koymadık…
Bizlerde,
nefret derecesinde kızdığım bir özellik vardır.
Aynı işi,
aynı doğruluk, aynı maliyet, aynı kalitede yapan iki kişi olsun.
Biri Türk
diğeri yabancı! Millet olarak tercihimiz ilk önce yabancıdan yanadır. Neden?
Yabancıyı severiz, kendi insanımızı küçümseriz de ondan!
Örnek mi?
Yabancı futbolcuya çuvalla para veririz, ama kendi değerlerimizi yetiştirmek,
eğitmek için hiç uğraşmayız. Fakat, yurtdışında yetişmiş futbolcu çocuklarımızı
transfer etmek için her fedakarlığı yaparız!
Siyasette de
bu böyledir;
İki grup,
siyasi parti kurmaya karar verirse, özellikle medyada, kafalardaki ilk soru
şudur;
Amerika’dan
icazet almış mı? İngilizler de mi destekliyormuş? Ya Araplar?
Parası da
boldur bunların. Oh oh ne güzel! Hadi biz de yanaşalım!
Öteki;
Arkadaş ben bu toprakların malıyım. Ne Amerika’sı ne İngiliz’i ne Arabı?
Milliyiz, yerliyiz deyince, ağız burun kıvırmalar, ardından geç yahu,
yerliymiş, milli imiş! Cık, cık cık…
Dünyada
henüz bir eşitinin olmadığı bir değerimizden sizlere bahsedeyim. Büyük bir
çoğunluğumuzun ondan haberi yoktur ama hiç olmazsa bizler saygıyla analım.
1600’lü
yılların başı. Osmanlı yaygın bir kokuşmuşluk içinde. Devlet debelenip duruyor.
Devşirme idarecilerin çoğu entrika ve günü idare etmek telaşındalar.
Medreseler,
akılla bilimi kapının önüne koymuşlar, bağnazlıkla yobazlığa teslim olmuşlar!
Böyle bir dönemde KATİP ÇELEBİ adında; “yalnızca matematik ve geometriden şüphe
etmiyorum” diyebilecek bir bilim adamı çıktı ortaya.
Ana dili
gibi Arapça-Farsça-Latince biliyordu.
Tarih-Coğrafya
ve kaynakça yazımı konusunda eşsiz idi. Matematik ve Tıp alanında mükemmel idi.
Keşf-üz
Zünun adlı eserini 20 yılda yazdı.
Bu eserinde,
İslam dünyasının 14,500 (on dört bin beş yüz) eserini,
10,000 (on
bin) müellifini, 300’ü aşkın ilim dalını, 155 adet mantık kitabını, alfabetik
dizin sistemi içinde vermiştir.
Bugün 14,500
eseri okuyan, tarayan kaç bilginimiz var?
Bu kitap
sayesinde, “Divanü Lügati’t- Türk” adlı esere kavuştuk.
Ali Emîrî ve
Kilisli Muallim Rifat bu eseri keşfettiler. Basım parasını Ali Emîrî ödedi,
Talat Paşa önayak oldu ve bu eser öyle meydana çıktı.
Keşf-üz
Zünun adlı eserin iki cildi Leipzig’de, beş cildi de Londra’da Arapça metin ve
Latince tercümesi şeklinde basıldı.
UNESCO, 2009
yılını Katip Çelebi yılı ilan etti. Peki biz Katip Çelebi’ye yakışır bir anıt
mezar yapabildik mi? Çocuklarımıza onu tanıtabildik mi?
Okumadan
alim, yazmadan katip, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar. Zahmet olmazsa
bu kutlu adamın türbesine gidip bir Fatiha okur musunuz?
Sağlık ve
başarı dileklerimle